Wir arbeiten gemeinnützig. Wenn ihr Maviblau unterstützen möchtet, dann schaut mal hier!

Hatır

– Onur Sekmen

En az 40 yaşındaki bu otobüsü çok iyi tanıyorum. Beyaz olacakmış da son anda mavi olmaya karar vermiş bozuk dış boyası, gül kurusu kadife koltukları, beyazına yapışmış tozun bozkır rengi. Koltukların sırtına tükenmez kalem ve kötü el yazısı ile işlenmiş cinsel içerikli ergen yazıtlarının birkaçını sayabilirim. Çıkardığı sesler, yaşlı ama hala çalışmak zorunda olan aksi bir inşaat ustasının dırdırı gibi geliyor hatırıma. Hiç tanışmadığım, daha ben yokken intihar eden amcamın, elem olay gerçekleşmeden hemen önce evden kaçıp altı ay bu otobüste yaşadığını yıllar sonra öğrendiğimde; ev gibi hissettirmesinin sebeplerinden biri bu mu diye merak edeceğim. Ama 7 yaşındaki küçük Tevfik olarak sadece beni her sabah köy kahvesinin önünden alıp okula götüren, bir tekerleği hurdalıkta bu otobüsü, onu beklerken üzerinde durduğum kırık kaldırım taşıyla aynı sebepten, sebepsiz seviyorum. Narenciye bahçelerinin arasında kıvrılan virajlarını ezbere bildiğim okul yolunda olmadığımız için camdan dışarı daha dikkatli bakıyorum. Ama bu, başımı titrek cama dayamama engel değil. Otobüsün camıyla beraber kafam, kafamla beraber gördüğüm kocaman, ta Rum tarafına kadar uzanan bozkır: Mesarya titriyor. Bir alnıma, bir titreşen cama yapışan terimin vıcık vıcık sesini yalnız ben duyuyorum. Çünkü o sırada otobüsün geri kalanı mutlu Kıbrıs türküleri eşliğinde, dar koridorda göbek atıyor. Köyün anaokulunun düzenlediği gezilerden birinde olduğumuz için yaş aralığı çok geniş. Annemin sabah kahvesi arkadaşları ve onların anne, babaları ve onların torunlarından oluşan grup bu bitmek bilmez yolda birçok farklı moda girip çıkacak. Göbek atıp yorulduktan sonra oturup Cem Karaca’nın devrimci şarkılarına eşlik edecek, en keyifli oldukları noktada ‘Arkadaşım Eşek’ ile zirve yapıp sonunda Özdemir Erdoğan ile derinleşecekler. Hedefimiz Karpaz yarım adasının sonu. Şeklini hep kuyruklu yıldıza benzettiğim bu adanın kuyruğunun ucu. Kuzey Kıbrıs’ta gidip gidebileceğin en uzak yer: Zafer Burnu.

Mucizeler Yaratıcısı, Rüzgarların Hakimi ve Yolcuların Koruyucusu Apostolos Andreas (St. Andrew) bir gözü kör bir kaptanın kullandığı gemi ile Kutsal topraklara doğru yoldaydı. Gemideki susuzluğu sonlandırmak için Karpaz’da kıyıya çıktı. Ancak bu coğrafya da susuzdu. St. Andrew bastonuyla bir kayaya vurdu ve tam oracıkta şifalı bir su kaynak buldu. Bu suyla yüzünü yıkayan kaptanın çalışmayan gözü ışığa doydu, görmeye başladı.

Ben sıklıkla uçarım. Rüyalarımda. Bizim evden havalanır, tüm rüya boyu Kıbrıs’ın maki ve bozkır ovalarının üzerinde süzülürüm. Ama bu yeteneğim karayla kısıtlı. Ne zaman denize taşsam yer çekimine yenik düşer ve o korkunç düşme hissiyle uyanırım. Bu yüzden şimdi dar Karpaz yollarından geçerken, hem doğuda hem de batıda denizi görmek beni rahatsız ediyor. Zafer burnundan önce Apostolos Andreas Manastırı’nda duruyoruz. Başka bir dinin inancı olmasına rağmen adak mumları yakılıyor. Kilise sandalyelerinin kol kısımları anlamsız yüksek. O zamanlar insanların boylarının aşırı uzun olduğu çıkarımına varıyorum. Tavandaki devasa avize, altın işlemeli başka bir sürü obje… Hepsinden çok bir tek ikonun önünde kalıyorum. Beyaz atının üzerinde, elinde mızrakla yerdeki ejderhayı öldüren genç Azize hayranlık doğuruyorum. 

Manastırın arka bahçesinde küçük bir çiftlik var. Oradaki domuz en az manastırın kendisi kadar ilgi çekiyor. Annem domuzun yaşadığı yerin pisliğini göstererek önceden sorduğum: ‘biz neçin domuz yemeyik?’ sorusuna verdiği dogmatik cevapların altını doldurmaya çalışırken babam, annemin arkasında muzip bir gülümsemeyle öylece duruyor. Çünkü babam, ben 18 yaşımda adadan ayrıldıktan sonra kendini ve diğer herkesi benim domuz etini çok sevdiğime inandıracak ve her ziyaretimde ilk iş dolapta ‘benim’ için aldığı mangallık domuz etlerini gösterecek. Ben de domuzu yavaş yavaş seveceğim. 

Manastırdan sonra bir süre daha dar ve bozuk yollardan, odakta yabani eşekler ilerlemeye devam ediyoruz. Titreyen, uzun boylu eşekleri doğal ortamlarında izliyorum. Sonunda vardığımız nokta orası. Benim bildiğim dünyanın sonu. Uçabilirken, sonrasında özel güçlerimi kaybettiğim kayalık. Fotoğraf sırasının bana gelmesini beklerken kayalığın denizle birleştiği yere yürüyorum. Bu koordinatların ötesine olan merakımın ilk tohumlarını o kayalığa serpiyorum. Kayalığın üzerinden ufka doğru baktığımda denizin üstündeki kalın nem tabakasının ufuk çizgisini örttüğünü görüyorum. Denizle gökyüzü bir. Ektiğim tohumlar ilk filizlerini vermeye başlıyor. Nem perdesinin ardındaki Torosları görmeyi başarıyorum. Şimdiye kadar dünyanın sonu kabul ettiğim bu yerin isminin ‘Zafer Burnu’ olmasının yarattığı duyguya odaklanıyorum. Bu his Zafer Bayramı’nda, resmi geçitte, yetişen nesil sıfatıyla tankların arkasında yürürken hissettiklerimle çok benzer. Az önünde ilerleyen tank yeri sallar. Dolayısıyla seni de. Tankın ağırlığını varlığında hissedersin. Aynı ağırlığı burada da hissediyorum. Fotoğraf sırası nihayet bana geldiğinde bir zafer kazanmışçasına onurla göğsümü kabartarak poz veriyorum. Sırtımda tanklar. Ellerim belimde. Ayaklarım yere sağlam köklenmiş. 

Dönüş yolunda küçük Tevfik’in yanında yirmilerinin sonundaki hali olarak oturuyorum. Kafası cama dayalı titreyen adayı seyrediyor. Ona bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyorum. Önündeki 20 seneyi kolaylaştıracak birkaç ipucu. Gözünde büyüttüğü denizi aşacağının müjdesini vermek istiyorum. Mevzunun denizi aşmakla ilgili olmadığı, aynı boşluğun hep içinde olacağıyla ilgili uyarmak istiyorum. Konuşup sevgiyi hak ettiğine ikna etmek istiyorum. Bu sırada küçük Tevfik kafasını bana doğru döndürüyor. Yanında oturan yirmilerinin sonundaki adama, bana bakıyor. O an söyleyeceklerim bir çırpıda ağzımdan dökülüyor.

‘Saçın dökülecek haberin olsun. Kel olacaksın.’