Hatırlıyorum, şehrin kokusunu birçok şeye benzettiğimi… Denizin bayatlamış suyuna, kanalizasyona ama en yoğunu: Tuza. Tuz kokusu her şeyin üzerine yapışmış gibiydi. Otobüsün kalın toz tabakasının üzerine, kaldırımda ezilmiş eski sakızlara, yazları insanların terli kıyafetlerinin üzerine… Denizde sallanan teknelerin üzerine kristalden bir kabuk kuruyor o koku. Sokakta satılan simitlerin, midyelerin, mısır koçanlarının, yanmış kestanelerin arasında bulabilirsin o kokuyu. Ve tabii ki balık pazarının havasında… Hatta bazen çay bardaklarının birinden sıcak bir yudum aldığında bile tadabilirsin tuz kokusunu. O tuza karışıyor trafikteki koyu egzozların dumanı.
Biraz da tatlı kokuyor İstanbul. Tatlılık, dolmuşların nemli ve sıcak havasına yapışıyor. Sarıyor bir bulut gibi topuklu ayakkabı giymiş, yüzlerini boyamış, uzun bacaklı kadınları. Ve muhallebicilerin camlarından akıyor o tatlılık. Yavaşça damlıyor şerbet olarak altın rengindeki baklavaların arasından. Ellerinize siniyor tatlının kokusu ziyaretlerde kolonyayı parmaklarınızın arasında ovuşturduğunuzda. Yavaşça kaplıyor koku yarım bırakılmış ılık çayların suyunu. Yapışıyor, gönülsüzce yıkanmış çay bardakların dibine.
Eskimiş ve incelmiş bir gömlek gibi ilkbaharın maviliği kaplıyor şehri yılın her mevsiminde. Sanki ilkbahar hiçbir zaman tam vedalaşamıyormuş gibi bu şehirle. Ayrıca kırmızının bir esintisi yatıyor sokakların her yerinde. Parlak reklam panolarının üzerinde, simit satıcılarının tezgâhlarında, sokaktaki su kanallarının arasına takılmış sayısız sigara kutularında, bayramlarda pencerelerden asılan yorgun Türk bayraklarında… O kırmızılık parlıyor Boğaz’ın ışıklarının lekeli yansımalarında.
Şehrin bütün o kokuları, tatları, renkleri düşüncelerime ve anılarıma akıyor. Artık Bremen´deyim. Geceleri Weser nehrinin yanında dolanıyorum. Bir parça İstanbul hissedebiliyorum burada. Nehrin sakinliğini dinliyorum, suyun üzerinde kendilerini kaybetmiş kırmızı noktaları izliyorum. Birazcık tuz kokusu esiyor rüzgârla, belki çok uzak olmayan Kuzey Denizi’nden. Ama alamıyorum dilimde bir tatlılığın esintisini. Sadece çoktan yarıladığım bira şişemin düz ve buruk tadı birikiyor ağzımda.
Ve böyle otururken suya yansıyan ayın bana bir şey anlatmak istediğini hayal ediyorum. “Evini aramana gerek yok. Dinlemen gerekiyor sadece, dikkatlice izlemen gerekiyor dünyayı. Senin evin her yerde olabilir ve her zaman senin içinde, orada durmakta, seni karşılamayı beklemektedir sessizce o ev.” Diyor.
Metin: Yasemin Bodur
Çeviri: Derya Reinalda
Editör: Dilara Akkoyun
Fotoğraflar: Tuğba Yalçınkaya, Sabrina Raap, Marie Hartlieb